15 Ocak 2013 Salı

Özlem

Özlem...
İnsan sevmekten korkar. Canı yandıysa tekrardan güvenemekten. Ne eskiye ne gününe ne de yarınına... Kendine duvarlar örer; ulaşılmaz, aşılmaz. Kalenin içinde kendini saklar herkesten, ve çoğu zaman da en ezeli rakibi kendinden. Tüm yaşanmışlığın ardından insanı en derinden yaralayan ise kendine güveninin ve güveninden öte inancının kalmaması. Savaşı kazanmak istiyorsan kaleyi içten fethetmelisin. Öyle değil mi? Daha ne istenilir ki? Artık ne insanlara ne de kendine inancı kalmayan bir insanın kaybedeceği neyi vardır ki? Savaş bitmiştir, kazanan açık ara farklı (ç)almıştır herşeyi. Sonra sahneye 'zaman' çıkar. Başlar ezberlediği replikleri ardı sıra döktürmeye. Öyle inandırırki; bazen 'gerçekten yaşanılası bir hayatının olacağını' düşündürtür. Ve kaybedecek bir şeyi olmayan bir insan ne yapar dersiniz? Evet sizin de tahmin ettiğiniz gibi yaşanılası hayatı bulmak için yola çıkar.
Akrep yelkovanı, yelkuovan akrebi kovalarken; günler geçer, aylar geçer, bazen de yıllar geçer. Aynayı bakıp yüzündeki her gülümsemeyi gördüğünde yaşanılası hayatın yaşadığı şey olduğunu düşünür ve çoğu zaman inanır. İnsan tatlının tadını tatmadan onu nasıl tarif edemezse; neyin yaşanılası olduğunu bilmeyen bir insan ne ne aradığını bilir ne de bulduğu şeyin ne olduğunu. Sadece arar...
Günleri böyle geçerken büyür. Yaşanılası hayatı bulmayı çalışırken bir bakar ki 'yaşamı tatmayı' öğrenmiş. Yine bir bakar ki gerçekten 'yaşıyor' hem de bir nedeni olmadan. İşte yaşanılası hayat budur. Tekrardan doğmuş, büyümüş bir insan. Her gece uyuyup, her sabah kalkan bir insan. Zaman zaman ağlayan; zaman zaman gülen insan. Canı yandığı halde, acısı yeni dindiği halde, sevgiden dili yandığı halde; tekrardan sevebilen bir insan. Sevdiğine inanan ve güvenen bir insan...
Tekrardan bir başkasıyla bir kitaba başlarsın. Sayfalar yavaş yavaş çevrilir. Çevrildikçe yaşamaya devam edersin. Seversin. Gerçekten sadece o olduğu için seversin. Neden diye sorulduğunda cevap veremezsin; ama seversin. Öyle bir şey işte; seni sevmek. Delice. Yüreğinin çarpışıyla göğüs kafesin delinecek gibi hissedersin ama yine de seversin. Seversin ve nedenini bilemezsin. Sadece anı yaşamaya karar verirsin, gidebildiği kadar gitsin dersin. Yolun sonu var mı, yok mu diye düşünmeden yürürsün; her adımında farklı bir yol daha çıkar seçer
sin ve yürürsün. El ele, dudak dudağa. Sadece sen ve ben 'biz' kavramıyla devam edersin. Aynı yolda yürürken her anın onunla geçer. Onunla gülersin, onunla ağlarsın, onunla düşünür, ve onunla yaşarsın. Ayrıldığında; önce yaşanılanları düşünürsün sonra onu. Sonra uyursun; güneş doğar, gün ısınır, ve yeni bir güne onunla uyanırsın. Günler böyle geçerken bir bakarsın ki, iki kişi olarak yaşıyorsun. İki kişi uyuyup, iki kişi uyanıyorsun. İki kişi yemek yiyorsun, şarkı söylüyorsun, kitap okuyorsun. İki kişi olarak düşünüyorsun. Ama en başta zamana bırakırken nasıl başladıysan öyle çıkmak istemiştin. Artık onunlasın. Belki de onsuz boşluktasın. Eksiksin. Halbuki en çok korktuğun şeydi ona bağlanmak. Şimdi bağlanmanın da ötesindesin. Sonra özlersin. Sonra yine özlersin. Ve yine. Hep özlersin. Yanındayken özlersin. Özlüyorum... Ellerimi saçlarının arasında kaybedip yüzünde bulmak, nefes alamayacak hale gelene kadar teninin kokusunu içime çekmek istiyorum. Ve sanırım, korkarım ki;
                                                                   'Seni Seviyorum'                                                                                                                               aylin
                                                                                                                            15.01.2013

19 Ağustos 2012 Pazar

Tadı Bambaşka


başka
dilden bir şey benim hissettiğim
ne
denize benzer, ne de yağan yağmura
bu
nlar gibi değil sevdalandığım hisler
güzeli ayrı güzel,kokusu ayrı güzel sevdası en güzel...
başka bir hayal alemine manevra yapmak
hissettiğinin çok ötesinde
hissettiğinden çok başka
hissettiğinden bambaşka...

yol bilmeden çıktığın yolculuk dalından
çakılmak gibi hayatın en çetin yerine
bazen yaşamak
bazen yaşayamamak
bazen yaşamak zorunda kalmak...

ellerinde tüm meyvelerle
yolculuk dalından inmek yere
ağacı çıplak
kendini çırılçıplak bırakarak...

daldan inmek
ağacın boyunca hayallerinle
dalın yüksekliğince umutlarınla
elindeki acımsı meyvelerle
ve çırılçıplak kalmak tüm duygularınla...
 
yeni bir sevdaya yer vermek gök mavisiyle
meyveleri saran rüzgarca
ve yeni bir ömür yaşamak
hissettiğin yaprak yeşilliğince...

yaprak başka
yeşili başka
tadı bambaşka...
                                                                       
                                                                                                   aylin kutlu
                                                                                                  19.08.2012

27 Şubat 2012 Pazartesi

AŞKIN HÜKÜMDARLIĞı

   Kalbim bu sefer farklı notalara dokunuyor. Her nota öyle anlamlı öyle tat veriyor ki; hiç bitmesin istiyorum bu şarkı. Hiç sonlanmasın. Öyle bir ritm ki vücudumun her bir noktasına canlılık üflüyor. Konuşmak istiyorum haykırmak istiyorum ama adeta bir yasakmış gibi içimde saklıyorum. Gönlümün en ücra köşesinde kendi krallığında…
   Adlandıramıyorum hislerimi, yükleyemiyorum kelimelere duygularımı. Yapabildiğim tek şey deli gibi sevdiğimi nefes alamayana kadar bağırmak.
   Tanımıyorum, bilmiyorum bu ilahi melodiyi, kalbimde gümbür gümbür atan bu ritmi. Başka hiçbir duyguyla kıyaslanamayacak kadar heyecan verici ve bir o kadar tehlikeli. Kendimi tanımıyorum; olmaz dediklerim, yapamam bunu dediklerim yok. Bir bir yıkıldılar. Öyle sıcak bir duygu ki kural tanımıyor. Kendi düzenini oluşturuyor, sana söz hakkı vermiyor. Önünde iki seçenek var ya onlasın ya adını dair anmayacaksın. Biliyorum canım çok yanacak ama kalbim bir başka atıyor bu sefer, ya kalbimdeki kelebeğe yaşam hakkı sunacağım ya da yaşamını elinden alacağım…
   Herkesin bir hakkı vardır ben o hakkı tanıyacağım, alacağım yaraları göre göre. Çünkü ben ilk defa sevmenin ötesinde bir duyguyla karşı karşıyayım. Nerdesin diye sorma! Biliyorsun yerimi, adresimi…
                                               AŞKIN HÜKÜMDARLIĞINDAYIM…

                                                                                                                                                                                                                                                                                        25.11.2010

Sana içimi dökebilir miyim?

     Sahil kıyısında küçük bir kafede oturuyorum. Bakışlarım yoldan geçenleri, yan masalarda oturan insanları inceliyor iğneden ipliğe…
    
     Beni asıl ilgilendiren denizin dibinde köşeye çekilmiş gazetesini okuyan genç… Uzunca bir süredir onu inceliyorum. Bugünkü gazeteyi okuyor. Tabii ben daha önceden okudum. O sayfaları çevirdikçe haberler gözümün önüne geliyor. İlk okuduğu şeye göre onun hayat standardını, gördüğü eğitimi, dünya görüşünü, hatta bir dereceye kadar, ruhsal durumunu bile anlarım. Kimi önce yeni haberleri, kimi film eleştirilerini, kimi de intihar haberlerini okur.
    
     Bunlardan, eğer yapabilirseniz ilginç sonuçlar çıkarmak mümkündür. Anlayanların önünde, gazete okuyucuları açık bir kitap gibidir.
    
     Dinleyenlerinin yanında insanlar da anahtarları elinizde olan kilitli bir sandık gibidir. Söylediklerinizle yönetirsiniz insanları. Veyahut dinlediğiniz kadarını öğrenirsiniz. Bunun ikinci adımı ise anlattığınız kadarını karşıdan alırsınız.
  
     ‘Sevdiğiniz kadar sevilir; değer verdiğiniz kadar değer görürsünüz’ Can Yücel’in dediği gibi…

     Küçük bir kız çocuğuydum tanıştığımda; alt tarafı gözleri parlak ve dolu dolu olan bir çocuktu. Etkileyiciydi konuşmalar, davranışlar. İlgiyi kendi üzerinde rahatça topluyordu. Bir çocuk için fazlasıyla iddialıydı. Bir zaman sonra hayatıma direk giriş yaptı. Yeni bir dönem, labirent atlamıştım ve hayat biraz daha zorlaşmıştı benim için.

      Alışkanlıkların etkisinden kurtulmak, daha akıllıca düşünme zamanıydı. O küçük kız o çocukla büyüdü. Zaman onu değiştirdi tek değişmeyen çocuğa karşı duyduğu derinlemesine olan sevgi.

     Ayrı yollar yerine aynı yolu kullandılar yan yana. Vazgeçmediler yollarına devam ettiler. Yol uzuyor. Virajlar yerine bildikleri yoldan dümdüz devam ediyorlar…

     Yolları yine o kafeye düştü. Ve şimdi karşısındaki adamın gazetesi yerine kendine odaklanmıştı.

     Ayağa kalktı yanına doğru yol aldı ve o gencin önünde dimdik durdu ve boynuna sarıldı…

                                            Sana içimi dökebilir miyim?

                                                                                                                        28.09.2010

Kendine İyi Bak!

Bir solukta dudaklardan dökülüverir. ‘Kendine iyi bak’
Geri dönüşsüz bir veda yani elvedadır aslında. O cümle birkaç ciltlik kitabı saklar içinde. Söylemek isteyip de söyleyemediklerimizi. Dilimizin uç sınırında durdurduklarımızı… Ayrılıkları ardından sürükler. ‘Bitti’ diyemeyecek kadar cesaretsiz olan insanların kalkanıdır. Evet aslında bu kadar basittir işte. ‘’Kendine iyi bak eşittir bitti.’’ Başı da sonu da budur. Cümlenin sonundaki nokta gibidir aslında. Her şey orada biter. Aynı cümleyi bir daha yazamazsın. Ama aynı noktayı her cümlenin sonuna koyabilirsin. Aslında virgül koyup devam edemeyeceğin ilişkiyi en kısa yoldan bitirirsin. Bazen aynı cümlenin sonuna birden fazla nokta koyarsın. Dönüp dönüp kendine iyi bak dersin her seferinde; sesin biraz daha cılızlaşır her seferinde gücün azaldıkça azalır. Ve bakarsın o sayfada artık tek bir noktaya yer kalmayacak şekilde dolmuştur her yer. Ve bu sefer ağzını açmadan arkanı dönüp gidersin. Kendi sessizliğine gömülürsün. Sessiz öylesine siner ki üstüne; kaybolursun. Hiç alışık değilsindir bu kadar sessiz kalmaya. Oysa ki ‘kendine iyi bak’ demişti, demiştin.
Yaşanılanlar için kimseyi suçlayamazsın. Savaşmadığı için ona kızamazsın. Yenilirsin. Yenildiğin için kendine kızarsın ama suçlayamazsın onu. Ayrılık bir kere olur. Ayrıldıysan ayrılmışsındır, dönüşü yoktur bunun. İşte öylesine kaçınılmaz olur ayrılık duygusu... Kendine iyi bak derler ve başka yollar ararlar. Affedemezsin ama kızamazsın da. Bu dönemeçte bir oradan bir buraya yuvarlanıp durursun; ayağa kalkacak gücünü de yitirirsin. Dönerler elinden tutup kaldırırlar; kendine iyi bak derler ve giderler. İhanet değil midir bu? Oysa ki ne kadar masumane görünüyordu. En büyük ihanettir; gözlerinin içine baka baka, onarılmaz yaralar aldığını bile bile, dalga geçer gibi; kendine iyi bak deyip çekip gitmeleri. Susarsın. Çünkü konuşursan ağlayacağını bilirsin. Gözyaşların içinde boğulacağını… Ve o hala seni ikna etmeye çalışır, başka bir seçeneğinin olmadığını, daha iyisinin olamadığı konusunda. Vicdanını rahatlatmaktan başka nedir ki bu. Kendine iyi bak derler; çünkü bir daha iyi olamayacağını bilirler. Aslında bu sözlerle giderken seni de bin bir parçaya bölmüştür. Bin bir parçanın bin biri de terk etmiştir seni. Aslında giderken seni de senden alıp giderler.
Perde kapanıyordur. O söyleyeceğini söylemiş ve sıra sana gelmiştir. Bütün ezberlediğin replikler bir bir siliniverir. İçin; keşke bunlar yaşanmasaydı, keşke başa dönebilsek ve tekrardan başlayabilsek demek ister. Ama sana oyunu bitirmekten başka bir alternatif sunulmamıştır. Onu asla affetmeyeceğini bile bile ‘kendine iyi bak’ der, gidersin. Perde kapanır. Oyun biter. Ayrılık…

                                                                                                                  aylin
                                                                                                             16.02.2011

Belki De...

   Baktım ki defterim ve kalemim çantamda. Hadi ne duruyorsun Aylin ‘yaz’ dedim.
   Hani derler ya acı yazdırır insana. Eeee?
   Canım acıyor diyemem k? Tamam acımadığını da söyleyemem. Kısacası ben acımla yaşamayı öğrendim, başa çıkıyorum. Daha bir güçlü kılıyor bu beni. Mazoşist tadında kendime göz göre göre acı çektirmekten vazgeçtim. Herkes hayatına devam ederken önüne bakarken ileriye doğru yol alırken ben neden geriye dem vuruyorum? Evet fark ettiğin gibi halen kendime sorular soruyorum. Ama sorularımın cevapları nerde diye koşturmuyorum. Hayatın omuzlarına bir rol daha yükledim. Hayat öğretmen ben öğrenci misali yaşıyoruz. Nasıl olsa bir bilene bıraktım. Elbette yeri ve zamanı gelince tüm sorularım kendiliğinden yanıtıyla kavuşacak. Hayatın her getirdiğine ne boyun eğiyorum ne de cephe alıyorum, duvar örüyorum. Yani dişli öğrenciyi oynuyorum. J
   İnsan üst üste hatalar yapınca bir olayın sonunca karar vermekten kaçınıyor. Yani anlayacağın kararsızım bugünlerde. Ama korkmuyorum elbette bu yaramı da tamir eden bir öğretmen bulunur bana. Haklısın galiba fazla tembelleştim. Her gelene buyur gir içeri demiyorum ama merak etme sen süzgeç misali, seçiciyim.
   İşte öyle yaşıyorum. Yaşamak , yaşamak dedikleri nedir ki? Bir miktar oksijen, birkaç hidrojen, iki üç tane karbon, bir bir buçuk azot değil mi?
   Ee öylesine neyin kavgasını ediyoruz? İnsanlar neden bu kadar küskün yaşama? Onlara zor gelen, hayata küstürten oksijenin karbondan fazla olması mı, azotla hidrojenin eşit olması mı?
   Hiç öyle gülmeyin inanın bu kadar etten püften daha farklı bir sebebi yoktur?
    Ya siz ne dersiniz?

                                                                                                                                  Aylin
                                                                                                                              09.07 2011

Arayış

   İçimden bir ses yaz diyor. Anlat! Ne hissettiğini nasıl olduğunu ancak o zaman anlarsın. Ve ben o içimin derinliklerinden yükselen sese kulak veriyorum.
   Nasıl bir oyuna sürüklüyorum kendimi? Bu sorunun cevabını gerçekten bilmiyorum. Yüreğim acıyor ama adeta tüm kuvvetimle bastırıyorum; acıyı hissetmeyeyim diye. Ne yapıyorum ben? Her şeyin bittiğini kabul mü ediyorum? Yoksa bu zamanlar fırtınadan önceki sessizlik mi? Eğer öyleyse çok sert geçecek yerle bir edecek her şeyi. Benim bildiğim fırtınalar hep kendime zarar veren türden. Yine yığılıp kalacağım toprağın üzerine ve yine üstüme iki kürek toprak atan olmayacak. Ölmeyeceğim… Sürüne sürüne kalkıp yoluma devam edeceğim, ayağımın takılıp kendimi yine yerde bulana kadar yürümeye devam edeceğim. Bu hayat beni yıldırmayacak. İnadına tüm gücümle yaşayacağım. Varlık sahasını terk etmeyeceğim. Ben kendimin kahramanı olacağım. Yalnızlıkları oynayacağım…
   Rüzgar esmeye başladı. Ya fırtına başlayıp toprakla buluşacağım ya da bir kuş misali uçurup rüzgar beni farklı diyarlara sürükleneceğim…
   Kim bilebilir ki toprağa karıştıktan sonra yaşamın durduğunu. İlk insan da topraktan yaratılmadı mı? Belki tekrar başlamak için toprakla bütünleşmek gerekir. Kim bilebilir?

                                                                                                                Aylin
                                                                                                            11.06.2011